Samih Rifat- Ada

Ocak 27, 2025
Yazın da Ada'nın da sonu vardır, her şeyin olduğu gibi. Önceden belirlenmiş bir gündür o, sessizce yaklaşır, gelir.
7 Ocak günü Kült Kavaklıdere’de “En Sevdiğim Pastam” filmini izlemeye gitmeden önce Tunalı’da en sevdiğim yerlerden biri olan Yapı Kredi Yayınları'na uğradım. Gözlerimle raflar arasında dolanırken Ada, anı türünde kaleme alınmış olmasıyla ve bir çırpıda okunacak uzunlukta -76 sayfa- olmasıyla ilgimi çekti. Kitabın içine şöyle bir göz attığımda keyifle okuyacağımı düşündüm. Ve kitabı almaya karar verdim. Bir etkinliğe gitmeden önce ya da sonrasında, bir arkadaşımla buluştuğumda ya da kendi başıma dolaşmaya çıktığımda o günü hatırlatacak ve beni o güne götürecek şeyler almayı seviyorum. Kitap bunlardan biri. Aldığımın akşamı kitabın ilk sayfalarından birini açıyor, hemen adımı tarihi ve mekânı not ediyorum. Bu kitabın kapağına “Kült Kavaklıdere öncesi” ve “Yılın ilk filmi ve ilk kitabı” notunu almışım. Bu filmle ve kitapla 2025 yılına tatlı bir başlangıç yaptığımı düşünüyorum. Gelelim kitaba ve yazarına. Samih Rifat daha önce görmediğim ve duymadığım bir isimdi. Kendisi Ankara doğumlu, Saint Benoit Lisesi ve İTÜ Mimarlık mezunu. Çeviri ve fotoğrafçılıkla uğraşmış, belgesel filmler çekerek alanda üretim yapmış bir isim. Ada kitabı ise Samih Rifat’ın kendi ifadesi ile bir tür bellek zorlaması. Marmara Adası’nda geçirdiği yaz aylarından zihninde kalanları kaleme aldığı bir anı kitabı. Bu yaz ayları 1955-1964 yılları arasına tekabül ediyor. Henüz ada nüfusunun artmaya başlamadığı, doğanın tüm canlılığını koruduğu, henüz kalabalığın beraberinde getirdiği betonlaşma ile adanın kirlenmediği zamanlardan.
Basit, sıradan şeyler üstüne kısa metinler, kırk kırk beş yıl öncesinin oldukça bulanık anıları. Bir tür bellek zorlaması, bir çocukluk zamanını yeniden kurma, anlatma, yazma çabası. Kısaca böyle tanımlayabilirim Ada’yı.
Yaşam alışkanlıklarının balığa ve denize göre şekillendiği köy -balıkçı köyü-, köy kahvesi, kaptanlar reisler… Hiç durmayan serinleten kucaklayan okşayan rüzgâr, içine dalınca derinine saplanan güneş oklarıyla yol yol, hareli deniz; plajda denize giren kadınlar çocuklar adamlar… Hava karardığında arkadaşlarla gidilen, karanlıkta köyün ışıklarına bakılan, açıklanamayan tutkuların başlangıç yeri olan kilise burnu; dilek dilemeye yürüyüş yapmaya günbatımını seyretmeye çıkılan koylar ve tepeler… Ve tüm bunlar, bellekte kalan anıların açığa çıkarımı ve şiirsel anlatımla okuyucuya sunulması. Geçmişin kapısını aralamak isteyenlere iyi okumalar!
Neyse ki o sırada yanına bir yenisi asılır, sonra bir yenisi daha: koku, rüzgârdan salınma ve eksilme, bir arada sürüp gider. Yaşamda birçok şey böyle değil midir? Birileri gelir, artar hep, birileri eksilir, hep eksilir.
...her gördüğünde yüreğini burkuyor. Ne sevdalar yaşanmıştır buralarda ne yiğitlikler ne alçaklıklar görülmüş, ne dolaplar dönmüş, ne dostluklar yeşermiştir, kim bilir!... Biliyorsun: her şeyi törpüleyen zaman, çok geçmeden izleri de anıları da silip yok edecek. Damakta kaybolan şarabın tadı gibi uçup gidecek üzümün dağdaki izi. Bir zaman sonra, bugün gördüklerin iyice görünmez olacak. Bir ezgi kalacak belki ara sıra, yamaca vuran yolda rüzgârın ya da ince sesli bir kadının söylediği.
…hafif bir müzik sesi, unuttuğun bir konfor, yeniden bulduğunda seni sevindiren bir tanıdık yer duygusu.
Bilmem yaşam mıdır bir burgaçtan esip duran, hafifçecik ya da hoyrat, üstümüze. Belki zaman! Sıradan ve gündelik oysa. Kayıkta, küçük bayrağı uçurur kıçta. Pruvada en eski kakülümle oynar.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.