Ankara, Mon Amour!

Ağustos 07, 2023

Kitapçıların genelde tozlu olan fakat arada bir temizine denk gelinen rafları arasında dolaşırken ismi dikkatimizi çeken kitapları sırasıyla elimize alır incelemeye başlarız. Kimi tanıdıktır bu kitapların; internet sitelerinde çokça paylaşılan, alışveriş sitelerinde çok satılanlar kategorisi altında pazarlamaya sunulan, kitapçı raflarında en göze çarpan kısma yerleştirilen, albenisi olan kitaplardır. Kimi ise tamamıyla yabancıdır raflar arasında dolaşanlara. Ne yazar bilindik bir yazardır ne de kitabın ismi bir yerlerden tanıdıktır.



“Ankara,Mon Amour!” hem ismi itibarıyla dikkatimi çeken hem de hiçbir kitabını henüz okumadığım , “Aa ben bu yazarı duymuştum.” da demediğim bir yazara ait kitap olması neticesinde Amazon’da alışveriş listeme eklediklerim arasındaydı. Elime ulaştığında büyük bir keyifle, hoşuma giden pek çok yerin altını çize çize okuduğum bir kitap oldu.

Ankara’yı ve Ankara’daki belli mekanları romantize etmeyi seven ve içerisinde bu sevdiği şeyleri bulup okumayı seven biri olarak  Yenimahalle’de gazoz kapağı toplayan çocukların kol gezdiği ve komşu kavramının önemini sürdürdüğü bir mahalle ortamından Kızılay’a, oradan ODTÜ’ye ve Gençlik Parkı’na uzanan bu roman bana kışın soğukta insanın avuçlarının içinde - üşüyen ellerini ve renkleri kırmızıya çalmaya başlayan parmaklarını ısıtmak için - sıkıca tuttuğu çay fincanının vermiş olduğu sıcaklığı verdi. Dışarısı buz gibi ama içerisi sıcacık. Bu sıcaklık 3 kişinin ortak noktada kesişen daha doğrusu çıkış noktası aynı olan hikayelerinin sıcaklığı. Tabi bu sıcaklığın başlıca kaynağı yazarın kullandığı dil ve üslup. Okuyanı yormayan bir anlatım tarzı ile keyifli bir okuma süreci yaşıyorsunuz.


Aralarındaki ortak geçmişin izlerini taşımakta olan bu üç kişi olayları kendi ağzından anlatıyor. Çocuk yaşta olan Suna’nın anlatılarıyla metnin iskeletini kafamızda oluşturmaya başlıyoruz. Kişi kadrosu genişliyor, olaylar gelişiyor, karakter tasvirleri bir çocuğun gözü ile yapılıyor. Sonrasında ikinci bölümde Emel devreye giriyor. Geceleri duvarlara yazı yazanlar ile bir zamanlar gazoz kapakları toplayanların aralarında bir ilgi olduğunu anlayacak olan ve sakinliklerin kendisini ürpertmekte olduğunu ifade eden, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü öğrencisi olan Emel’in bakışıyla olaylara tanıklık etmeye başlıyoruz.

 

“Ankara’nın bilindik memur kalabalığı doldurmamıştı henüz Kızılay’ı. O kadar sakindi ki şehir, ürperdim. Beni hayatta en çok bu sakinlikler korkutuyor: Ya için için kıpırdanan, bilmediğim, görmediğim, hissetmediğim bir şeyler varsa bu sessizlikte diye düşünür, trajedilerin en büyüğünün bizi en gündelik, en banal, en her zamanki hayatımızı yaşarken gelip bulacağına inanırım.”

 

80li yılların siyasi havasının az buçuk yansıtılmaya çalışıldığı bu bölümün ardından Ömer’in hikayesini okumaya başlıyoruz. Bu üç bölümde de her biri kendisini anlatıyor. Hislerini, yaşadıklarını, yaşattıklarını ve yaşatamadıklarını…  Bu anlatımlarda beni etkileyen şeyin ne olduğunu tam olarak ifade edemeyecek olsam da hem okumaya devam ederken duyduğum hissin hem de okuduktan sonra kitabın bırakmış olduğu duygunun benimle kalacağı aşikâr. Tıpkı kitabın otuz yedinci sayfasındaki satırlar gibi:


“İnsan nasıl bazı kitapları çok severek okusa da bir süre sonra neler olduğunu unutur ve o kitaptan sadece bir duygu kalırsa geriye, o günden de bana sadece bir duygu kaldı. O güne ait, bir daha hiç yaşanması mümkün olmayan yasemin kokusu gibi.” 


Okuduklarımızla da sınırlı değil bu durum. Hayatın her yerinde geçerli sanırım. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın birtakım şeyler hafızada tam olarak yer edemese, anılar zamanla unutulmaya değişmeye başlasa bile duygular kendisine bir yer buluyor. Yaşanılan anda duyulan hisler kalıcı oluyor. Sanat da tam burada, bu duyguların açığa çıkmasında devreye giriyor. Okuduğun kitabın bir cümlesi, dinlediğin şarkının -ister bilmediğin bir dilden olsun ister bildiğin-  sözlerini anlamasan bile melodisi seni alıp bir yere götürüyor.


                                                                           ***

Kitabı okuduktan sonra Şükran Yiğit ismini Youtube’da aratmam sonucunda ENTELANKARA isimli bir kanalda konuk olduğu bir podcastinde denk geldim. Bu podcastte kendi yaşamı ve kitapları üzerinden sorulan sorulara verdiği yanıtlar beni etkiledi. Şehrin yabancılaşma ve özgürlük duygusunu bir arada verebileceğini, fiziksel olarak çok yakın olunmasına rağmen insanların hep birlikte anonim bir yalnızlık içinde olduğu yönünde görüşlerini ifade eden Şükran Yiğit’e kendimi biraz daha yakın hissettim. Podcasti dinledikten sonra Ankara’nın bilmediğim sokaklarında, caddelerinde yürüme isteği belirdi içimde. Podcastte Cinnah’tan başlayıp Kuğulu’dan Yazanlar Sokak’a oradan tekrar Cinnah’a uzanan Şükran Yiğit’in yürüyüş rotası (yanlış hatırlıyor olabilme ihtimalimin yüksek olmasıyla birlikte sabah saat 10 da başlayan Tunalı’da bir kitapçıda mola vererek devam ettiği bu rota) elimde fotoğraf makinem ile gerçekleştirmek isteyeceğim bir rota. Kitapları ise mutlaka okumak isteyeceğim, listeme eklemiş olduğum kitaplar arasında.

Yalın, ilgi çekici üslubuyla ve içerisinde aşkı, 80’li yılların siyasi hayatından kesitleri, 60’lı yılların mahalle kültürünü barındıran Ankara Mon Amour ile okumaya başladığım Şükran Yiğit’in diğer kitapları da okumak isteyeceklerim arasında.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.